Mehmet Akif Gösterişi Hiç Sevmezdi
Alkışı bu kadar hak edip de “Alkışlanmayı, gösterişi hiç sevmeyen” nadir insanlarımızdan biridir Mehmet Âkif. Özellikle günümüzde yaptığımız değil yapacaklarımız karşısında bile övülmeyi beklerken Mehmet Âkif yaptıklarıyla zirvelere çıktığı halde hep mütevazılığını devam ettirmiştir. İnsanı büyük yapan hususlardan birinin de tevazu olduğunu hiçbir zaman unutmayıp hayatımızda yaşama gayretinde olalım. Aşağıda onun mütevazılığı hakkında söylenenleri okuyunca söylediklerimize hak vereceksiniz.
“Âkif için dört şey çamur kadar pisti: Cimrilik, ikbal şımarıklığı, kibir, bir de maddi pislik.” (Mithat Cemal)
“Âkif çok mütevazı idi. Gösterişi hiç sevmezdi. Sırası gelmeyince ilmini bile izhar etmezdi. Mükemmel Fransızca bildiği halde söz arasına Fransızca bir kelime karıştırdığı ömründe vaki değildi.”
“Biz de şair miyiz? Binlerce eser oku, yüzlercesinin tesirinde kal, sonra yazdığın çorbaya, sıkılma, “eserimdir” de. Onun için şairlik, kelimelerle sanat yapma işi değildir. O şöyle der: “Tabiatı bir kitap gibi açıp okuyabiliyor musun? Doğrudan doğruya tabiatı? O zaman şairsin.” (Mithat Cemal)
Onun mütevazılığını evindeki eşyalarda da net bir şekilde görüyoruz. Evindeki eşyalar bir at arabasının arkasına sığacak kadar az olmasına rağmen Mehmet Âkif öyle büyük bir yüreğe sahip ki, evinde bulunan belki tek kilimi de kapıya gelen dilenciye vermesini bilmiştir. Mehmet Âkif çok sık ev değiştiren bir kişidir. Sebebi çok sevdiği dostlarına yakın olmak. İşte bu ev değiştirmeleri genelde gece yaparmış. Neden mi? Evdeki eşyaların az olduğunu kimse görmesin diye.
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da er, geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir? (Gölgeler’den)
Hüsnü Açıksöz anlatıyor:
“Bir gün idarehanede oturuyoruz. O vakit ki İstiklâl Mahkemesi âzâlarından iki zat ellerinde Fransızca Tan gazetesi olduğu halde geldiler. Bu nüshada Kuvâ-yi Milliye hakkında sitâyişkâr yazılar vardı. Fransızca makaleyi cümle cümle okuyarak tercüme etmeye, bana da Türkçesini yazdırmaya başladılar. Fakat aralarında kelime ve cümle tercümeleri hakkında ihtilâf baş gösterdi. O zamana kadar pencereden dışarıyı seyreden Üstad, bu münâkaşa üzerine döndü: – Müsaade ederseniz ben söyleyeyim de yazsın, dedi. Gazeteyi aldı. Fransızcasını hiç söylemeden doğrudan doğruya Türkçesini yazdırdı. Tercümeyle savaşan arkadaşlar bunu görünce: – Affedersiniz üstad, biz sizi zahmete sokmak istemezdik, dediler. Hâlbuki Üstad’ın Fransızca bildiğini zannetmediklerini sonradan bana söylediler.”