Mehmet Akif’in Yakalandığı Hastalık
Mehmet Akif, 1935 yılında ağır bir şekilde rahatsızlanır, siroz hastalığına yakalanır. Bu hastalık Mısır’da uzun bir zaman kalan yabancılarda sık görülen bir rahatsızlıktır. Hava değişimi iyi gelir diye temmuz ayında Lübnan’a, bir ay sonra ağustos başlarında da o zaman için hâlâ Fransızların elinde olan Antakya’ya geçer. Bir ay kadar da orda kalır. Ama Akif hava değişiminden bir fayda görmez, Mısır’a döner.
Mehmet Akif Antakya’da iken Asi nehri kıyısında gençlerle dolaşırken “Antakya’yı nasıl buldunuz?” sorusuna, “…Havada bir ağırlık var” diyerek şu mısraları söylemiştir:
“Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Ya Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?..”
Hastalığı sürekli ilerlemektedir. Bir deri bir kemik kalmıştır. Artık rahatsızlığının, ıstırabının yanında ait olduğu topraklarda olmaması, vuslatın ait olduğu topraklarda gerçekleşmeyeceğini düşünmesi bile onun huzursuzluğunu bin kat daha artırmaktaydı.
Akif kararını verir, artık bir an önce İstanbul’a, ait olduğu toprağa yurduna dönmeliydi.1936’nın Haziran ayında Akif, deniz yoluyla on bir yıldır gözünde tüten, düşündükçe burnunun direğini sızlatan o özlemi bitirmek için düşmüştü yollara. Akif’in bindiği gemi Çanakkale Boğazı’ndan geçerken, metrekareye binlerce merminin düştüğü, mermilerin havada çarpıştığı, davaları uğruna gidip de dönmeyenlerin yattığı bu kutsal topraklardan geçerken göz yaşlarına hakim olamaz. Aynı haleti ruhiyeye İstanbul’a gelince camileri görünce girer, aynı coşkun seller yüreğinden taşar…
Akif’i İstanbul’da Halim Paşa’nın Kızı Karşılıyor
Mehmet Akif ve eşi İsmet Hanım’ı İstanbul’da 17 Haziran günü Akif’in kadim dostu Abbas Halim Paşa’nın kızı Emine Hanım ve yakın arkadaşları karşılar. Yoğun ısrarlarından dolayı Akif ve eşi; Emine Hanım’ın birkaç gün misafiri olurlar. Sonra hastaneye kaldırılır. Yirmi gün kadar hastanede kalır. Burada kendisini ziyaret eden yakın dostu Mithat Cemal Kuntay anlatır :
“İlk gün o kadar halsizdi ki kendisiyle konuşmaktan utandım. Fakat iki seneden beri alıştığı hastalığını kendisi ne kadar doğal bulur. Yüzüme bakarak:
-Bir şey demiyorsun?
Sonra yaşını düşünerek kendince teselli bulur.
-Ne mutlu bana, Peygamber’imin yaşında öleceğim.”
Hastane günlerinin ardından Abbas Halim Paşa ailesine ait Mısır Apartmanı’na taşınır ve emrine bir hastabakıcı verildi.
20 Temmuz’da İstanbul ve Çanakkale Boğazlarımızın tamamen özgürleşmesini sağlayan Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştı. Bu olay, her zaman olduğu gibi vatanını düşünen Akif’i mutlu eder, canına can katar ve kısa süreliğine de olsa hastalığını unutturur.
Ama yetmemişti artık ne bu güzel haberlerle ziyaretine gelenlerin ilgisi… Artık Ulu çınarın soluğu tükenmişti… Kimsesizlerin kimsesi, nefesi yetmeyenlerin nefesi, örselenmiş ruhların moral kaynağı, camilerin en güçlü sesli vaizi, Allah’tan başka kimseden korkmayan, dosdoğru, çağının en modern adamlarından, İstikbalimizin müjdecisi İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in gücü tükenmiş olarak Hz. Peygamberimizle aynı yaşta, ait olduğu topraklarda 27 Aralık1936 Pazar günü ruhunu teslim ediyor ve vuslat gerçekleşiyordu.
Cenazesi Beyazıt Camii’ne getirildi. Maalesef cenazesini bir kimsesize aitmiş gibi sessiz sedasız musalla taşına koyulur. Çıplak bir şekilde bekleyen tabutun kime ait olduğunu o anda öğrenen üniversite öğrencilerince tabut hemen Türk bayrağına ve Kabe örtüsüne sarılır. İstanbul Üniversitesi öğrencileri hemen organize oldular, derlenip toparlanırlar –Asım’ın nesline yakışır bir vefa ile -Akif’e sahip çıkarak cenazeyi Edirnekapı mezarlığına defnederler. Ardından hep bir ağızdan coşkuyla İstiklal Marşını okurlar.
Akif’in mezar taşı yine üniversite öğrencilerince iki yıl sonra yaptırılabilir. Akif’in mezarı 1960 yılında yol yapımı çalışmasından dolayı bugünkü yerine Edirnekapı Şehitliğine alınır. 1986 yılı sonunda -vefatının ellinci yılı dolayısıyla- Kültür Bakanlığı teşebbüsü ile kabir taşları yeniden düzenlenip üzeri toprak bir lahid inşa edilmiştir.
Mehmet Akif kabri, ölümüne babasından fazla üzüldüğü âlim dostu Ahmet Naim Bey ve kendisi hakkında ilk eseri yazan Süleyman Nazif’in tam ortasındadır.