Geniş Aileden Çekirdek Aileye Okuma Alışkanlığımızdaki Değişim

Geniş Ailedeki Durumumuz
Çocukluğumuzda dedelerimiz bilmece sorardı bize. Masallar anlatırdı. Türküler söyler ve söyletirdi. Özellikle uzun kış gecelerinde olurdu bu söylediklerim. Akşam yemeği yendikten sonra dedelerimizle camiye giderdik. Geldikten sonra başlardı evdeki “kültür saati”.
Dedelerimiz bizi çeşitli sorularla konuştururdu. Yani fikir jimnastiği yaptırırdı. Yanlış cevap verirsek tekrar düşünün derdi. Şimdi daha iyi anlıyorum dedelerimin bizi hayata hazırlamak için yaptığı bu sabırlı eğitimi. Akşamları çok eğlenceli geçerdi. Aradan bu kadar yıl geçti hala akşamları yaptığımız o eğlenceli saatleri hatırlarız hepimiz. Her evde benzer etkinlikler olurdu. Çünkü okula gidip gelirken, okulda oynarken mutlaka bilmeceler, fıkralar anlatırdık arkadaşlarla. Yeni öğrenmeler için hepimiz akşamın olmasını dört gözle beklerdik.
Zamanla büyüdük belli bir yaşa geldik. Çoğumuz dedemizi kaybettik. Dedemizi kaybedince o samimiyet ortamı, o muhabbet ortamı da kayboldu adeta. Çünkü dedemin son zamanlarına doğru televizyon girdi hayatımıza. Televizyon gelince dedelerimizi ikinci plana attık.
Yine çocukluğumda iki üç odalı evlerde 8-10 kişi huzurlu ve mutlu bir şekilde hayat sürdürürken şimdi koca koca odalarda tek kişi kalıyor ve hiç mutlu değiliz. Bir hata yaptığımızda veya suç işlediğimizde annemiz babamız bize bağırmaya başladığı zaman dedemiz ve ebemiz (anneanne veya babaanne) ‘oğlum bağırmayın, küçücük çocuk ilerde anlar’ derdi. Annemiz babamız da büyüklerinin karşısında ses çıkarmaz ‘tamam anne-baba’ derdi.
Çekirdek Ailedeki Durumumuz
Şimdi ise ‘sana ne, çocuk benim değil mi, istediğimi yaparım, sen işimize karışma, karışmaya devam edersen bu evde kalamazsın’ diyorlar. Anladınız mı günümüz mutsuzluğumuzun sebebini. Dedem bizi hayata hazırlıyordu, biz çocuklarımızı sınavlara hazırlıyoruz. Haliyle hayat devam ederken sınavlar bir gün bitiyor.
Dünyaya o kadar daldık ki, çocuklarımızın bizlerden hızla uzaklaştıklarını görmüyoruz bile.
Onlara rahat etsinler diye odalar yaptırdık.
Onlara en pahalı elbiseleri aldık.
Onlara harçlıklar verdik.
Onlara en kaliteli hazırlık kitaplarını aldık.
Onlara bilgisayarlar, telefonlar aldık.
Onlara en güzel lokantalarda yemekler yedirdik.
Onlara istedikleri filmlere gitmelerine izin verdik.
Ama bu ve buna benzer yaptıklarımızın hiçbirini bizlere daha yakın olsunlar diye yapmadık. Tam tersi bu yaptıklarımızı bizleri rahatsız etmemeleri için yaptık. Çünkü kimimizin izleyeceği maçlar, diziler vardı. Kimimizin borsadaki paralarını takip etmesi gerekiyordu. Kimimizin katılacağı toplantılar vardı. Kimimizin işyerinde daha çok para kazanması gerekiyordu.
Kendi Ellerimizle Çocuklarımızı Zehirlemeyelim
İşte bu ve benzeri meşgalelerimizden çocuklarımızı kendi hallerine bıraktık. Kısaca maddi olarak onları doyurmakla görevimizi yaptık zannettik. Odasında mutlu bir şekilde ders çalıştığını düşündük. Verdiğimiz harçlıklarla sevinçten uçtuğunu düşündük. Aldığımız bilgisayarla adeta tüm babalık görevlerini yerine getirmiş bir ebeveyn havasına büründük. Onları yalnızlığa ittik. Hiç kimse bile bile kendi evladını zehirlemez ama adeta kendi ellerimizle onları zehirledik. Tıpkı aşağıdaki öyküde olduğu gibi…
Zehirli Ekmek Öyküsü
Sık sık evinin kapısını çalıp bir şeyler dilenen kadından bıkıp, oldukça rahatsız olan evin hanımı, bir gün yine aynı dilenci, kapısını çaldığında ondan kurtulmaya karar verir. Dilenciye biraz beklemesini söyleyip mutfaktan bir ekmek alır ve ortasından yararak arasına peynir, zeytin yerleştirir. Tabii bu arada arasına haşarat öldürmede kullandığı kuvvetli zehirden dökmeyi de ihmal etmez.
Dışarıya çıkıp ekmeği dilenciye uzattığında, kadın “Allah razı olsun.” deyip evden ayrılır.
İyice acıkan kadın bir caminin avlusunda biraz önce kendisine verilen ekmeği çıkarıp tam yiyeceği esnada elini yüzünü yıkamakta olan bir askerin kendisine baktığını görür. Askerin halinden, yoldan geldiği ve yorgunluğu anlaşılmaktadır. Dilenci, askerin bakışlarından onun aç olduğunu ve sanki “Biraz da bana ver.” Manasını çıkarmıştır. Gencin haline acıyan kadın ekmeğin hepsini askere buyur eder ve oradan uzaklaşır.
Dilenci kadının verdiği ekmeği iştahla yiyen asker, çok geçmeden acıyla kıvranmaya başlar.
Bir müddet sonra camiye gelen cemaat yerde kıvranan gencin kimin nesi olduğunu sorup öğrendikten sonra alıp evine götürürler.
Evin hanımı, aylardır bin bir ümitle terhisini beklediği yeni terhis olmuş oğlunu perişan vaziyette karşısında görünce çırpınmaya, dövünmeye başlar. Biraz zaman geçip de sakinleşen kadın, oğluna ne olduğunu, niçin kıvrandığını sorup öğrenmeye çalışır.
Delikanlı biraz önce cami avlusunda bir dilenci kadının kendisine ekmek verdiğini, onu yedikten sonra bu hale geldiğini söyleyince kadın ona verdiği ekmeği hatırlar ve başından aşağıya kaynar sular dökülür. “Ben ne yaptım?” diye dövünmeye başlar ama iş işten geçmiştir. Arslan gibi delikanlı oracıkta hayata gözlerini yumar.
Farkında olmadan çocuklarımızı zehirlediğimizi görmemiz için illa ki evlerimizden cenaze mi çıkması gerekiyor? Uyuduğumuz yeter artık. Uyanalım ve çevremizi uyandıralım.
Bugün işler kötü gitse de yarın iyileşir, para gitse de tekrar gelir, borsa düşse de tekrar yükselir, bilgisayar olmasa da bir gün olabilir, maç kaçsa da tekrar izlenebilir; ama çocuklarımız bizden uzaklaşınca tekrar yakınlaşmayabilirler. Çocukları aile yuvasına bağlayan en kuvvetli bağ; sevgi, şefkat ve güven duygusudur. Onlar gittikten sonra neyin kıymeti olur ki!
“Eğer bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir.” (Çin Atasözü)
Evet değerli okuyucular, size geniş ve çekirdek aileden iki çocuk yaşantısı sunduk. Hangi çocuğun yaşantısını tercih edersiniz? Sorusuna çoğumuz “birinci çocuğun yaşantısı” cevabını veririz. Çünkü o çocuğa dede ve nineleri tarafından “hayata hazırlanıyor.” Kültür saatleri sayesinde o çocuk hem kendini hem kainatı okumasını öğreniyor. O okumalar o çocuğu ailesine daha da yakınlaştırıyor. Yakınlaştıkça da aralarındaki bağlılık ve mutlulukları her geçen gün artıyor.
Gelin aslımıza dönelim. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “Ana ve babanıza iyi davranacaksınız. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara “of!” bile deme! Onları azarlama! Onlara saygıyla hitap et! Onlara merhamet ederek tevâzu kanatlarını aç da, “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl şefkatle büyüttülerse, sen de onlara öyle merhamet et, de!” (İsra Suresi, 23 ve 24. Ayetler) demiyor mu bizlere? Bizi toplum olarak modern çekirdek aile yaşantısı bitirir. Bütün iyi hasletlerimizi kaybediyoruz yavaş yavaş. Hepsinin özünde büyüklerimize saygıdan uzaklaşmamız yatıyor. Biz onlardan uzaklaştıkça bütün güzellikler de bizden uzaklaşıyor.
Geniş aile yaşantısıyla değerlerimizin hepsini tekrar yaşatacağımıza inanıyoruz. Bizi biz yapan değerleri yaşatmak ve nihayetinde “Oku” emrine uygun bir yaşantı istiyorsak rahatlarımızdan taviz vermek zorundayız. Aslında hepimiz geniş aile yaşantısının bizleri daha huzurlu, mutlu, idealist, çalışkan yapacağını biliyoruz. Biliyoruz ama ne hikmetse rahatımızdan da taviz vermek istemiyoruz. Bunun neticesinde de üç dört odalı evlerde üç dört kişi birbirinden habersiz yaşayıp gidiyoruz.
Çekirdek aile yaşantısını yani modern yaşantıyı hayatımıza tatbik eden bizler! Bu sorumluluğun vebalini kaldıramayız. Yükümüz çok ağır. Bu yük bu yaşantıyla çok uzaklara götürülemez. Ç ocuklarımızı maneviyatla besleyelim. Şimdi biz besleyelim daha sonra onlar kendilerini besleyeceklerdir. Maneviyatı da kısaca “oku” mesajıyla verelim. “Oku” şuuru ve bilincini onlara kazandırırsak beslemiş, bu şuuru vermezsek de onları kendi ellerimizle hiç farkına varmadan zehirlemiş oluruz. Kendi ellerimizle çocuklarımızı zehirlemekten vazgeçmeliyiz.
“Çocuk yetiştirme işini yüzünüze, gözünüze bulaştırıyorsanız, başka işleri iyi yapmanızın fazla önemi yoktur.” (J. Kennedy)
Farkında olmadan çocuklarımızı zehirlediğimizi görmemiz için illa ki evlerimizden cenaze mi çıkması gerekiyor? Uyuduğumuz yeter artık. Uyanalım ve çevremizi uyandıralım.
Vakit çok geç olmadan kültür saatlerini tekrar başlatalım. Bir babanın on evlada bakması, on evladın bir babaya bakmamasının tek sebebi okumaktan uzaklaşmamızdır. Günümüzde de babanın yerini kitaplar aldı. Yani; “Bir kitap binlerce insana kapı açar da, binlerce kişi bir kitaba gönül vermez.” sözü yukarıdaki sözle aynı anlamı ihtiva etmektedir.
Büyüklere sahip çıkmak kitaba sahip çıkmak; kitaba sahip çıkmak da büyüklere sahip çıkmaktır.