Mehmet Âkif birinci bölümde Çanakkale’ye saldıran düşman kuvvetlerini hayâsız olarak tarif ederken her milletten, her devletten, her ırktan insanın Çanakkale’de birleştiğini ifade ediyor. Oldukça kalabalık bir ordunun küçücük bir şehre saldırmak için nasıl beraber hareket ettiklerini gözler önüne seriyor.
Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi,
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. (kesif: kalabalık, yoğun)
Boğaz harbi 1915’te Çanakkale Boğazı’nda yapılan Osmanlı ordusuyla İtilaf Devletleri askerlerinin çarpıştığı dehşetli bir kara ve deniz savaşıdır. Bu savaşın bir benzerine dünya tarihinde rastlanılmış değildir. Onlarca ordu, yüz binlerce asker İslam’ın başkenti İstanbul’u almak için Çanakkale Boğazı’ndan saldırıya geçmişlerdir.
Düşman Tepeyi Aşıp İstanbul’a Geçmek İstiyordu
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya.
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Şairin tepe dediği Çanakkale’deki Arıburnu, Anafartalar ve Conkbayırı tepeleridir. Düşman tepedeki askerlerden fırsat bulabilirse, Marmara Denizi’ne oradan da İstanbul’a geçip devletin merkezini işgal edecektir. Bunun için elinde ne kadar savaş gemisi, mühimmat, asker ve silah varsa bütün gücüyle saldırmıştır. Hâlbuki saldırdığı kara parçası o kadar donanmayla saldırılacak kadar geniş değildir.
Çanakkale Savaşı’nı resimleyen bir haritaya baktığınızda, küçücük bir boğazda ne kadar fazla donanmanın olduğunu görünce hayretler içinde kalacaksınız. Bu kadar fazla savaş gemisiyle gelinmesinin altında yatan sebep nedir diye sorarsanız: Hıristi[1]yanların yüzyıllardır Müslüman topluma olan ve hep mağlubiyetten kaynaklanan kinleri ve en önemlisi de bize duydukları korkudur. Ya kazanamazsam korkusu, Türkleri nasıl yenebiliriz korkusudur.
Ne hayâsızca tahaşşüd ki, ufuklar kapalı,
Nerde, gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı…
Bu ne utanmadan yapılan bir birleşmedir, bir araya gelmedir ki bakıldığında ardı arkası görülemeyecek kadar kalabalık bir kitleyle boğazda durmaktadırlar. Bu kadar orduyla bir araya gelip saldırmaya insan utanır, ancak Avrupalı bundan zerre utanç duymamaktadır. Şair ikinci dizede Avrupalıların kendilerine yakışanı yaptığını vurgulayarak bundan utanç duymadıklarını belirtiyor.
Düşman Leş Kargası gibi Saldırıyordu
Dedirir- “Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, ”
Varsa gelmiş açılıp mahbesi yahut kafesi.
Öyle bir saldırıdır ki bu insana şöyle düşündürür: Leş yiyen, acımasız, merhametsiz sırtlanlar gibi saldıran ne kadar hayvan sürüsü varsa, kafesinden ya da hapsedildiği yerden çıkıp gelmiş.
Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi hakikat mahşer…
(Akvam: kavimler Beşer: insanlar, insanlık. Eski dünya: Eskiden beri var olan devlet ve milletler. Yeni dünya: Yeni kurulmuş devletler ve bağımsızlığını kazanmış milletler. Bütün akvam-ı beşer: İnsanların oluşturduğu yeni devletler ve milletlerin hepsi. Mahşer: Kalabalık kitlelerin toplandığı yer anlamında)
Şair, adeta bütün milletlerin beraberce Osmanlı Devleti’ne saldırdığını, Çanakkale Boğazı’nı mahşer yerine çevirdiklerini anlatıyor. Boğazdaki manzarayı mahşer yerine benzeterek bu kalabalığı gözümüzün önünde resimleştiriyor.
Bütün Dünya Birleşmiş Çanakkalede’ydi
Yedi iklimi cihanın, duruyor karşısında.
Ostralya’yla beraber bakıyorsun Kanada…
Dünyanın her yerinden, her bölgesinden gelen askerler Osmanlı askerinin karşısına dikilmiştir. Hatta Çanakkale ile arasında bir kıtalar ve okyanuslar bulunan Kanada ve Avustralya devletleri de bu savaşa katılmış, Anadolu topraklarına göz dikmişlerdir.
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
Çanakkale’ye gelen askerlerin yüzleri, dilleri, ırkları ve kültürleri bambaşka olmasına rağmen, birbiriyle ilgisi olmayan ülkelerin insanları Çanakkale’ye toplanmıştır. Bunların hepsinin bir tek ortak özelliği vardır: Çanakkale’de Türk askerlerini öldürmek. Yaptıkları kıyım bakımından birbirlerine benziyorlar. Hepsi aynı vahşeti gerçekleştirmek üzere bir araya gelmişlerdir.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela,
Hani, taûna da züldür, bu rezil istilâ! (Taun: ağır bir veba hastalığı Zül: alçaklık, alçaklığa layık olma İstila: işgal, talan, yağma, bozup dağıtma)
Çanakkale’ye gelenlerin ne renkleri ne ırkları bellidir. Tabiri caizse ne bela oldukları belli değildir. Hindistanlılar bile vardır bunların aralarında. Yaptıkları bu istila yani talan ve işgal, veba hastalığına kapılmış bir insandan daha alçağa düşmüş, hastalıklı bir ruh haliyle saldırmaktadırlar.
20. Asır Devletlerindeki Açgözlülük Tarif Ediliyor
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-ı asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise, hakkıyle sefil.
Şair bu beyitte yirminci asır ifadesiyle yirminci asırda yaşayan, yirminci asırda söz sahibi olan milletlere hitap ederek, onları, asil gibi görünen ama aslında insan dışı bir mahlûk olarak tarif etmektedir. Yirminci asırda ne kadar teknoloji, bilim, demokrasi gelişmişse insanlık da o derecede sefil ve alçak bir duruma düşmüştür.
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına,
Döktü karnındaki esrarı hayâsızcasına.
Çanakkale’ye söz konusu saldırılar 1915’in şubat ayında başlamış, aralık ayına kadar sürmüştür. Tam 11 ay boyunca deniz[1]den ve karadan saldırılarını devam ettiren düşman askerleri, her türlü alçakça saldırıyı yüzyıllar süren bir kinle gerçekleştirmişlerdir. Düşmanın karnındaki esrar şudur: Türklerin Müslümanlığı kabul etmelerinden itibaren Müslüman Türklere karşı Hıristiyan milletleri her daim birlik olmuş ve Müslümanları Anadolu topraklarından çıkarmak istemişlerdir. Bu gayelerine hizmet etmek için Çanakkale’de tekrar birleşmişlerdir.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz,
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Avrupa milletleri güya demokrasinin, insan haklarının ve medeniyetin beşiği olarak görülmektedir. Ancak onlar bu görünüşlerinin altında kirli bir emel taşımaktadırlar. Bize afet yani hoş ve güzel olarak görünmelerinin altında başka bir maskeleri vardır. Bu saldırıyla maskeleri düşen Avrupa devletlerini şair kahbe ve yüzsüz (utanma bilmeyen) olarak tarif eder. Ve asıl gerçeğin bu olduğunu söyler.