Haklı ile haksızın ayırt edilmesi adaletle sağlanır. Toplumumuz çağlar boyunca adaleti, bütün dünyaya yaymaya çalışmış ve uygulamıştır. Büyük Osmanlı Devleti Avrupa milletleri arasında adeta adaletiyle anılır olmuştur. Öyle ki başka milletlerden olan kişilerin kendi ülkesindeki haksızlıklardan dolayı Türk adaletine başvurduğu birçok hadiseyi tarih kitaplarında görebiliriz. Bugün de aynı adaleti sağlama yolunda ilerlemek, Türk milletine ecdadının bıraktığı bir miras ve aynı zamanda borçtur. Bu borcu yerine getirecek olan sadece devlet yöneticileri değil, bütün bir milletin kendisidir.
KİM HAKLI KİM HAKSIZ
Biz ülke olarak Avrupa milletlerinden adalet dilendikçe kendimize zıtlaşıyor, kendimizden uzaklaşıyoruz. Sürekli bir adalet değişikliği, sürekli bir kanun düzenlemesiyle çırpınıp duruyoruz. Bir adalet kanunu çıkartıyoruz. Birileri bundan rahatsız oluyor. Sonra onu kaldırıp başka bir kanun getiriyoruz.
Kendimize ait eskimez adalet kaidelerinin her devir için geçerli olduğunu, kıymet arz ettiğini fark edemiyoruz.
Cemiyet son üç yüz yıldır kendi ruh kökünden kopmuş, her geçen gün yeni bir adalet anlayışı aramakla toplum düzeni oturtulmaya çalışılıyor. Ancak her geçen gün bir öncekini arıyoruz.
Yeni aldığımız elbise üstümüze bir türlü oturmuyor. Bize yakışan elbise ise modaya uymuyor; gardırobumuzda ütülü ancak tozlanmış bir şekilde giyileceği günü bekliyor. Bu elbise bizim kültürümüz, bizim kanunlarımız, bizim adaletimiz..
Ortaya çıkan tablo şu ki: 25 metrekarelik bir sınıfta 45 öğrenci nasıl uğultu yaparsa, nasıl ki her kafadan bir ses çıkar ve kimin ne 1 söylediği anlaşılmazsa toplum olarak içinde bulunduğumuz durum bu sınıf gibidir.
Ne kadar insan varsa o kadar adalet anlayışı, ne kadar kafa varsa o kadar doğruluk anlayışı kol geziyor. Herkes kendi doğrusuyla hareket ediyor, kendi doğrusunun gerçek doğru olduğunu kabul ettirmeye çalışıyor. Kimi zaman hâkimlerimiz de Kadı Nasrettin’in durumuna düşüyor.
Nasrettin Hoca kadılık yaparken davacı gelir, derdini anlatır. Kadı haklısın der.
Davalı gelir anlatır, anlatır, hoca ona da haklısın der.
Bütün bunları gözlemleyen hocanın karısı hocaya döner der ki: Hoca sen davalıya da haklısın dedin, davacıya da haklısın dedin. Kim haklı kim haksız anlamadım ki?
Hoca bu sefer karısına dönerek bombayı patlatır:
Valla hanım sen de haklısın.
Tek bir çizgiye bağlı kalamayışımızın sebep olduğu kopukluk, zaten karşımıza bugünkü İslam dünyasının İslam coğrafyasının ne derece dağınık olduğunun, ne derece birbirine zıt anlayışlarla hareket ettiğinin resmini ortaya koyuyor. Bütün Hristiyan âlemi kendi toplumsal değerlerine ne kadar bağlıysa, bizim de en az onlar kadar bağlı olmamız gerekmez miydi? Irak’ta başka, Suriye’de başka, Türkiye’de başka uygulanan adalet, her geçen gün soydaşlarımızla ve dindaşlarımızla aramızdaki yayın açılmasına sebep olmaktadır.
ADALET VE BİZ
Biz ki namını adaletle dünyaya duyurmuş Hz. Ömer’in varisleriyiz.
Biz ki adaletiyle; Hristiyan papazına bile kardinal külahı görmektense, Müslüman sarığı görmeyi tercih ederim dedirten bir ecdadın torunlarıyız.
Biz ki güvenilirliğiyle ve tarafsızlığıyla bilinmiş, kararlarıyla müşriklerin bile anlaşamadığı konularda hakemliğine başvurulan bir Peygamberin ümmetiyiz.
Biz ki: “Hırsızlık yapan kızım Fatıma bile olsa vallahi elini kestirir, cezasını verirdim.” diyen ve adaleti merhametin üzerinde tutan bir Peygamberin getirdiği dinin mensuplarıyız.
Biz ki dünyanın birçok ülkesinde hala ecdadının adaletinden hasretle, özlemle bahsedilen bir medeniyetin devamıyız.
Biz ki camiye girerken başkasının ayakkabısına ayağının ucuyla dahi basmanın hak olduğunu söyleyen bir dinin, bir kültürün mensuplarıyız.
Biz ki “Kim zerre kadar bir iyilik işlemişse onun mükâfatını görecektir. Ve kim zerre kadar bir kötülük işlemişse onun karşılığını görecektir.” Ayet-i kerimesini düstur edinmiş bir milletin evlatlarıyız.
Biz ki “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz.” anlayışının savunucuları konumundayız.
Biz ki “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” diyecek kadar komşu hakkını gözeten yüksek bir hak ahlakına sahibiz.
Biz ki “Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana…” diyen bir yönetim anlayışından doğmuş Devlet-i Âliyye-i Osmaniye’nin bir mirasıyız.
Biz ki “Adalet mülkün (devletin) temelidir.” düsturunu dünyaya hâkim kılmış bir yolun yolcularıyız.
Biz ki İstanbul’u fethettiğinde Ortodoks patriğine ve halka: “Kalkınız! Ben Sultan Mehmed; sana, emsallerine ve bütün halka söylüyorum ki; bu günden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız!” diyerek adaletini bütün milletlere ve din mensuplarına göstermiş bir Fatih’in yadigârlarıyız.
Biz adaletin kitabını yazmış bir toplumuz. Ne var ki içinde bulunduğumuz son yüz yıl içinde Avrupa’dan, Amerika’dan adalet kanunları devşirmeye çalışıyoruz. Bizde olanı kaybetmiş, onlarda aramaya başlamışız.
Ne gün dinimizden, bizi biz yapan kültürümüzden değerlerimizden koptuk, adaletimiz, örfümüz, ahlakımız, hayata bakış açımız bozuldu.
Bizim millet olarak şimdiki adalet anlayışımızı sorgulayan Batı, geçmişimizi gayet iyi bilir. Bizim dünyayı bu adaletle nasıl yönettiğimizi, bu adalet sayesinde dünyaya nasıl hâkim olduğumuzu da iyi bilir. Şimdi ülkemizde adaletin hak ettiği yerde bulunmayışına da üzülecek değillerdir diye düşünüyorum. Çünkü adaleti güçlü ve sağlam olmayan ülkenin gelişmesinde, demokrasisinde hep bir eksiklik kalacaktır.
Batının iyi bildiği adalet anlayışımıza küçük bir örnek:
Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet vaktiyle bir arsaya cami yaptırmak ister. Ancak arsanın içinde bir Rum’un da yeri vardır. Rum cami için arsasını vermek istemez. Padişah Rum’un arsasına en üst değerinin iki katını teklif eder, adam yine kabul etmez.
Padişah nasıl vermez diye kızar ve arsanın üzerine camiyi yaptırır. Bunun üzerine adam çaresiz ve üzgün bir şekilde ne yapacağını bilemez. Bilenlere hakkını nasıl araması gerektiğini sorar. Onlar da mahkemeye başvur, mahkeme sana hakkını teslim eder, derler.
Adam hem şaşkın hem de ümitsizdir. Nasıl olur da padişah mahkemeye gelir, mahkeme bana hakkımı teslim eder, diye düşünür.
Gün gelir, mahkeme kurulur. Fatih, sanık sandalyesindedir. Mahkeme, hakkı olmayarak bir adamın arsasına zorla el koymaktan Fatih’in kolunun kesilmesine hükmediyor. Ancak sanık bu cezanın bedelini davacıya öderse ceza kalkar maddesi gereğince cezanın bedeli şu kadar altın deniliyor.
Rum’a soruluyor: Sanığın koluna karşılık şu kadar altını almaya razı mısın?
Rum mahkemenin böyle bir karar vereceğini tahmin etmediği için şaşkınlık içinde kabul ediyor. Mahkemenin biçtiği altın miktarı 200, ama Fatih veriyor 2000 altın. Ayrıca senenin her gününe bir altın daha veriliyor adama.
Mahkeme sonunda kadı ile padişahın diyaloğu da hayrete şayan. Kadı padişahın dizlerini çöküyor ve şunları söylüyor:
“Padişahım şu ana kadar ben, Allah’ı temsil ediyordum, ben oturuyordum siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun (zanlı) mevkiindeydiniz. Allah’ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz mahkemenin sonunda belli olacaktı.
Ben Allah’ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, sana tâbî olan, senin imparatorluğunun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer” diyor. Padişahın eteğini öpüyor ve ondan sonra padişah oturuyor, ötekiler dışarı çıkıyorlar.
Bugün o adaleti istemek gericilik anlamına geliyorsa, neden bu yaşanmış hadiseleri okuyanlar hayranlık içinde kalıyor, o adalet örneklerini imrenerek okuyor. Öyleyse buna gericilik demeyelim, kendimizi bulmaktan, kim olduğumuzu aramaktan korkmayalım
Tarihimizin altın sayfalarından birkaç örnek daha aktaralım:
Fatih ve İki Papaz
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra buradaki tüm hükümlüleri serbest bırakır. Fakat bu hükümlüler arasında yer alan iki papaz zindandan bir türlü çıkmak istemez. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zulüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı.Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Bu yaşananlardan haberdar olan Fatih, bu iki papazı huzuruna çağırır ve hikayelerini dinler. En nihayetinde ise onlara şöyle hitap:
-Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hakimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hala küsmekte haklı olduğunuzu bana kanıtlayınız.
Fatih’in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden yola koyulan papazların ilk durağı Bursa’dır ve burada bir dava ile karşılaşırlar.
Bir Müslüman, bir Yahudiden bir at satın almıştır. Atı satın aldıktan bir süre sonra ise bu atın hasta olduğunu fark etmiş ve sabah olur olmaz kadının yolunu tutmuştur. Vardığında ise kadı yerinde yoktur. Bir süre bekleyen Müslüman kadının gelmeyeceğini düşünerek evine geri döner ve akşamına hasta olan at ölür. Bunun haberini alan kadı, Müslümanı bulup şöyle der:
-Eğer makamıma geldiğinizde ben burada olsaydım, atı sahibine iade edip paranızı alırdım. Ancak zamanında daireme gelmediğim için olayların bu şekilde gelişmesine sebep oldum. O yüzden atın ölümünden doğan zararı ben karşılayacağım.
Deyip atın parasını Müslümana vermiş. Bu yaşananlar papazları bir hayli şaşırtır .İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce 1 parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tanzim etmesi karşısında hayret etmişler. Gezmeye devam eden papazların ikinci durağı İznik’tir. Burada şöyle bir dava ile karşılaşırlar:
Bir Müslüman, diğer bir Müslümandan bir tarla satın almıştır. Vakti geldiğinde tarlasını sürmeye başlayan tarlanın yeni sahibinin sabanına bir küp takılır. Çıkarıp baktığında ise içinin altın dolu olduğunu görür ve hemen kendisine tarlayı satan adamın yanına gider.
Tarlayı alan:
“Tarlada altın olduğunu bilseydin bu kadar ucuza bana satmazdın. Al, bu altından senin hakkın.” der.
Tarlayı satan ise:
“Ben sana tarlanın taşını toprağını sattım, o altınlar senin hakkın.” şeklinde karşılık verir.
Orta yolu bulamayıp kadının yanına giderler. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlu olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı evlendirmeyi teklif eder. Taraflar bu teklifi kabul edince kadı, bu iki kişinin kız ve erkek çocuklarını evlendirip altını da çeyiz olarak vermeye hüküm verir.
Bu iki olaya tanık olduktan sonra papazlar hemen Fatih Sultan Mehmet’in yanında alırlar soluğu. Şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
-Bizler artık inandık ki bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Bu dinin insanları başka dinden olanlara bile kötülük yapamazlar. Bu yüzden biz zindana dönme kararımızdan vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inandık.
Ömer Daha Adaletlidir
Hz. Ömer ve Amr Bin As çok iyi arkadaştırlar. Henüz ikisi de Müslüman olmadan evvel birlikte, ticaret için İran tarafına giderler. Bindikleri atlarında orada satacakları ve ya mübadele yapacakları mallar yüklüdür. İran’ın o zamanki başşehrine varırlar. Henüz daha atlarından malları indirmeden üç kişilik bir grup gelir ve zorla atlarına ve eşyalarına el koyarak oradan uzaklaşırlar
Hz. Ömer ve Amr Bin As ortada kala kalırlar. Ne yiyecek bir lokma ekmekleri, ne de ceplerinde alış veriş yapacakları beş kuruşları da yoktur. Akşama kadar ne yapacaklarını bilemeden bir yerde beklerler. Yatacak bir yerler ararlarken bir han gözlerine ilişir ve hana girerler. Orada durumu hancıya anlatırlar. Hancı şaşırır ve; “Nasıl olur, adaletli Nuş-i Revan’ın ülkesinde böyle bir yanlışlık mümkün değil arkadaşlar. Siz burada bu akşam ücretsiz yiyip, içip, yatabilirsiniz, ben de doğruca sizin durumunuzu kralımıza anlatmaya gidiyorum” der ve hemen kralın sarayına gider. Kral’a durumu anlatır. Gerçekten de Nuş-i Revan adaletiyle ün salmış müthiş bir kraldır. Bu durumu öğrenir öğrenmez bir soruşturma başlatır ve at ve develeri gasp edenlerin kimliğini kısa sürede tespit ettirir. Henüz sabah bile olmadan onları yakalattırır.
Kral, hancıya; “O iki misafire eşyaları ve hayvanları hiç zarar görmeden teslim edilecektir, sabah buradan alsınlar, yalnız şehri de hemen terk etsinler ” der. O zamanın şehirleri surlarla çevrilidir ve belli yerlerde çıkış kapıları bulunmaktadır. Kral ayrıca; “misafirin biri surun güney kapısından, diğeri de güneydoğu kapısından çıksın” diyerek hancıyı gönderir.
Hancı hana gelip Ömer ve Amr Bin As’a bu müjdeyi verir. Onlar da bu duruma pek inanamasalar da, peki derler ve sabah yola çıkarlar. Kral’ın yanına vardıklarında şaşkına dönerler. Tam kendilerine anlatıldığı gibi atları, develeri ve eşyaları hiç eksiksiz kendilerine teslim edilir. Onları geride bekleyen esas sürprizden haberleri yoktur
Hayvanlarını ve eşyalarını teslim aldıktan sonra Ömer surun güney kapısından, Amr da güneydoğu kapısından çıkarlar. Ömer’in çıkacağı güney kapısının üzerinde biri idam edilmiş ve üzerinde “şehrimize ticaret için gelen misafirlerin at, deve ve eşyalarını zorbalıkla ellerinden alan çetenin başı, aynı zamanda kral Nuş-i Revan’ın oğlu” yazmaktadır. Diğer iki kişinin cesetleri de Amr Bin As’ın çıkacağı kapıda asılıdır. Bunları gören Ömer ve Amr hayret ve şaşkınlıklarını içlerine gömerler. Onlar bir ömürlük ders olur bu hadise.
Aradan yıllar geçer, önce Ömer Müslüman olur. Daha sonra da Amr. Kaderin cilvesine bakınız ki, Hz. Ömer halifeliği sırasında Amr Bin As’ı Mısıra vali olarak tayin eder. Amr Mısırda bir mescit yapmak üzere arsa istimlâki yapmaya başlar. Müslümanlar arsalarını severek (bazıları bağışlar, bazıları da para karşılığı) verirler. Mescidin yapılacağı mahalde bir Yahudinin de arsası varmış, Amr ona çok ciddi paralar teklif ettiği halde; “Hayır ben razı değilim, arsamı vermiyorum” cevabını almış. Amr bu cevap karşısında şaşırıyor ve; “koca vali karşısında sen kim oluyorsun ki, bak bakalım senin arsanı nasıl istimlâk ederim” demiş
Yahudi; “Adaletinden bahsettikleri bir halifeleri varmış, bakalım bu durum karşısında ne diyecek” der ve yemeyip, içmeyip taa Mısırdan kalkar Medine’ye Halife Hz. Ömer’e gelerek durumu anlatır. Hz. Ömer (ra) meseleyi öğrenince yüzü kıpkırmızı kesilir, hiddetinden boyun damarları şişer. Tabii o zaman kağıt bulunmadığı için, yerden bulduğu bir kemik parçasının üzerine bir cümle yazar ve Yahudiye uzatır.
Yahudiye; “ Götür bunu Amr Bin As’a ver, o anlar” der. Yahudi kendi kendine;” ben bu kadarcık basit yazı için mi geldim” diye söylenerek oradan uzaklaşır. O ufacık yazının Amr Bin As’ın kafasında ne fırtınalar estireceğini nereden bilsin.Yahudi, Mısıra varınca çok merak ettiği sonucu görmek için beklemeden Amr’ın yanına koşar. Ve getirdiği yazıyı Amr’a uzatır.
Amr Bin As yazıyı eline alı ve okur. Yazı aynen şöyledir; “Ömer, Nuş-i Revan’dan daha adaletlidir.”Amr’ın beti benzi bembeyaz kesilir, bir anda eli ayağı titremeye başlar ve Yahudiye dönerek; “Arsan senin olsun, özür diliyorum, benden ne istersen vermeye hazırım, senin hakkını ödemem mümkün değil , seni ta Medine’ye kadar yordum” der. Önce bu kemik parçası üzerindeki bu cümleye hiçbir anlam veremeyen Yahudi, işin aslını Amr Bin As’a sorar ve meseleyi öğrenince, adalet timsali İslâm dinine girer.
O halde toparlayacak olursak Adalet için şunları diyebiliriz:
Adalet: İlahi kudretin ya da toplumsal yapının sana tanıdığı hakkediş ve özgürlük alanıdır.
Adalet: kişiye göre değişmeyen, tek bir doğru etrafında şekillenen haklar bütünüdür.
Adalet: Az değil, çok menfaat karşısında bile doğruyu uygulamaktan şaşmamaktır.
Adalet: Yaptığı işte zamandan çalmaman, özel işlerinle uğraşmamandır.
Adalet: Kendinle birlikte başkalarının da haklarını savunmandır.
Adalet: Haksızlığa engel olmandır. Buna gücün yetmiyorsa sözlerinle elşetirmen, buna da gücün yetmiyorsa içinden ona karşı buğz (sevmeme, düşmanlık duyma)etmendir.
Adalet: Bulunduğun konumu kullanarak kimseye kendi yaşam tarzını dayatmamak hatta yaşam tarzına karışmamandır.
Adalet: Güçlünün yanında değil haklının yanında bulunmandır.
Adalet: Hesap sorabilmek ve hesap verebilmek yürekliliğini göstermendir.
Adalet: Kimseden emir almadan doğruları yerine getirmendir.
Adalet: Kimsenin gözyaşı dökmesine, acı çekmesine ve haksızlığa uğramasına sebep olmamaktır.
Adalet: Geciktiğinde anlamı kalmayan bir toplumsal yaşam değeridir.
Adalet: Kendi vicdanının sesini dinleyip, kimseye haksızlık yapmadım diyerek başını yastığa koyabilmendir.